8 Mayıs 2012 Salı

Kırk kırıklı kabuk



Oluyor işte olanlar. Bir şeyler oluyor hayatta.

Seviyoruz birilerini, kırılıyoruz. Ama işte buradayız tüm kalp kırıklarıyla. Ve bu kadar kalp kırığı varken hayatımızda, tam göğsümüzün ortasında, o zaman güçlü olamıyoruz. Bedendeki kan durmuyor, taşıyor kalbinin arasından. Bilmiyoruz hayatın tadını çıkarmayı, acılı ve kederli bir halde kalıyoruz, sayıyoruz olduğumuz yerde. Başkaları deli gibi ilerlerken, mutlu olurken, başarılı olurken, coşkuyla yaşarken, sen kalıyorsun acınla, kırığınla ve ağlıyorsun.


Zamanla, ama geçen yıllardan bahsediyorum, saatlerden ya da günlerden değil, kırıklar birleşiyor artık nereden birleşirse, bir nevi yara gibi. Sonra da kabuk bağlıyor. Ne var o kırıkların asıl altında?


Sevme. Seviyoruz derken, gerçekten seviyoruz bazılarını hayatımızda. Öyle dışı pırıltılı, içi hırıltılı konfetti misali sosyal çevreden, iş arkadaşlarından falan bahsetmiyorum. Gerçekten sevdiğimiz, gerçekten hayatımızı kapsayan insanlardan bahsediyorum. Bunlar bir elinin beş parmağını geçmez. Hani o insanlardan. Belki anan, belki baban, belki kardeşin ya da en yakınım dediklerinden. Hani senin seçmediğin, ama hayatına girmiş olanlardan. Çıkmaları güç, bir kalemde silemeyeceklerinden. Bazı ilişkiler kalem defterden oluşmaz, başlamaz ve bitmez, seçmez ve seçilmez. Vardırlar. Olmuşturlar. Bitmeyecektirler bir süre, senin hafızan doğduğunu ve öldüğünü unutana kadar.


Seçme ve seçilme meselesi büyük. Seçemediklerimiz var. Bizi de seçmediler. Kimse suçlanamaz bu durumda. Zaten suçlanma, her halukarda boştur, anlamsızdır kanımca. Olan olmuştur, neyi suçlarsın ki… Sen istemedin beni, ben de seni. Bazı olaylar karşılıklı ya, seçme konusu da öyle. Bu ülkede doğmayı ben seçmedim mesela, belki ülkeye sorsan, o da aynı yanıtı verirdi benim için. Karşılık var hep. Hep aynayız birbirimize. Benim düşündüğüm, hissettiğim, aslında en temelinde aynı. Aynı. Ama tüm bunlar engel değil kırılmaya. Gelelim asıl noktaya:

Kendini kandırmanın bir anlamı yok. Kırıla kırıla güçleşiyor hayat, kırıklarına ne zaman basıp, ne zaman basmayacağını anlaman lazım. Kendine acır mısın, yoksa kendini tanır mısın?

Kötü bir yaraya bakmak herkese göre değildir, bazılarımız kaldıramaz, hatta kan tutar bakamaz. Yaran vardır elbette senin de, benim olduğu gibi. Yarandan gocunur musun? Yaranı bilir misin? Tuz mu basarsın, merhem mi sürersin, yokmuş gibi mi davranırsın? Naparsın henüz geçmemiş olan yaralarına?


Ben bakarım sanıyorumdum yaralarıma. Bilirim hepsini, neremde ne var. Ama bir de unuttuklarımız var. Hani hatırlamak istemediklerimiz ve bilinçaltımızın “unutmadın ama unuttun güzelim” diye bilincine çektiği bir mesaj gibi. Bu mesajı seviyoruz: Hatırlamıyorum. Unuttum. Hiç olmadı öyle şeyler.

Ama oldular. Ve bu unutulmuş (gibi) olanlar, her zor anında, hiç ummadığın anlarda bir leke gibi sıçrıyor bugünün bembeyaz sayfasına. Geçmişten gelen kırmızı lekeler, iz bırakıyor beyaz sayfanda. Anlamıyorsun neden böyle oldu? Neden böyle dedim? Ya da neden duyduklarım beni bu kadar üzdü, kızdırdı, kırdı diye…  O anlamlandıramadıkların işte, geçmişten beri bedenin üzerinde taşıdığın, gözünün görmediği, auranda kocamanlaşmış, kabuklaşmış yaralar.

Yaraların kabukları zaman geçtikçe kalınlaşırken, yaşadıkların karşısında duyduğun daha yorucu hislerin şiddeti de büyük bir deprem gibi artıyor. Yaralarla ne zaman iletişime geçilir geçilmez sorusu ise can alıcı, ama belki de önce karar vermek gerekir: evet, ben çarptığım, gördüğüm müddetçe artık bu kabukları çiçek olarak görmeyeceğim. Kaçmayacağım kabuklardan, gereken sürece vaktimi harcayacağım. Ancak yaralar, kabuklar kalkınca, altındaki ben, benim. Aksi takdirde, kendimi hep kabukların bana verdiği şekil üzerinden tanımlamak, var etmek durumunda kalacağım.

Kırıla kırıla, onları iyileştire iyileştire güç kazanıyorsun diğer yandan. Biraz daha deneyimli, biraz daha defansta, biraz daha ileriyi gören, ama yine insanız sonuçta. Belki yaşadıkça bu kırıkları, kırılmaları insan olmayı anlıyoruz. Hepimiz üzülüyoruz. Hepimiz seviniyoruz. Benim yaşadığımın bir benzerini, benim hissettiğimin aynısını çok uzakta değil, hemen yan apartmandaki teyze de, amca da hissediyor. Onların aklından ne geçiyor bilmem ama, olan bir bana değil, hepimize farklı şekillerde olabiliyor. Kalpteki ince kırıklığın sızısı.

Nereden alınmış bilemiyorum, üzgünüm, ama ne diyorsa doğru diyor. 

Dönüşümden önce, çıplak gözle yaraları görmek şart. Yoksa ne dönüşüm oluyor, ne kabukların altındaki soğan cücüğü (ki en güzel yeridir soğanın) meydana çıkıyor. Gücün yoksa, biraz şarj ol, deşarj ol, sonra da neyse gerekeni yap. Üstteki güzel görselde dediği gibi: Hayattaki her şeye karşı sabırlı ol. Ama en çok kendine karşı. Sabırla yaralar iyileşecektir, yaraların kalkınca üzerine istediğin dövmeyi yaptırabilirsin belki kendine hatırlatmak için: "Evet, burada feci bir yaram vardı, geçti, ama vardı" diye. Ya da kapa gözlerini, sustur hafızanı ve çek üzerine beyaz bir tişört ve aynı döngüde devam et. Aynı hislerle. Aynı sıçrayan lekelerle. Neden olduğunu bilmeden. Tekrar tekrar. Tekrar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder