26 Eylül 2014 Cuma

Ve sonbahar...

Yazın güneşi, sıcaklığı dilerim ihtiyacı olan herkesin içini ısıtmıştır.

Yaza dair kısa bir özet geçmek istiyorum.

Bir çember gibi başladığım noktada tamamladım yazı…
İlk denize Datça’da girdim; düzenlediğimiz Yoga Tatili için 28 Mayıs’ta Ovabükü’nde başladım yaza. Sonrasında İzmir’deydim, bir ara Selimiye- Turunç, daha sonra da Akyaka- Fethiye noktalarını ziyaret etme fırsatı yakaladım. Çemberi sonra Datça’da kapadım Eylül başında.

Datça’da başlayıp, Datça’da kapanan bir çember iyi geldi…

Datça Ovabükü...  



Turunç’a araba ile gittik, daha önce bir kez tekne gezisi sırasında denizden görüp çok beğenmiştim burayı. Üç gün kaldığımız bu noktada, Marmaris merkezdeki kadar çok olmasa da yabancı turist ağırlıklıydı. Yine de güzel bir çay bahçesi vardı ve her akşam soluğu orada aldık demlenmek için. Turunç’a araba ile gitmek biraz zorlayıcı geldi, dönüş gidiş kadar ürkütmedi beni, ama yolu ilk giderken beni biraz tedirgin etti (gerçi ben araba yolculukları konusunda biraz tedirgin/ hassassımdır ondan da olmuş olabilir). Turunç güzelliği, denizi ile tekrar gidilebilecek bir nokta, sadece fazla “turist” hali olmasa, daha mı güzel olurdu diye de düşündürdü beni.

Selimiye... 

Selimiye çok tatlıydı. Denizi acayip sıcak, rengi ise büyüleyici güzellikte bir mavi. Yerli turisti daha bol, hafif Alaçatı olma arayışında bir hali var, dilerim olmaz. Yeme içme açısından fiyatları İstanbul standartlarındaydı, özellikle Paprika’nın tatlılarına ve Beyaz Ev’in yemeklerine hayran kaldım. Selimiye kalbime taht kurdu.

Akyaka... Tek başına güzel.

Sonrasında Akyaka… Esnafı nedense çok isteksiz, sıkkın, suratı güleryüz adına cimri bir mekandı. Havasını da pek sevmedim, maalesef kendisini de. “Zaten buraya geliyorlar”, der gibi bir hal vardı, “gelen geçiyor, çok da umurumuzda değil” gibisinden algıladım çoğu esnaf noktalarını. Ben geldim geçtim ama bir daha kesinlikle tercih etmeyeceğim. Tekne turu ile çevreyi gezmek keyifliydi, merkezde kaldık, Azmak Çayı’nı çok beğendim, ama onun dışında beni tatil açısından cezp etmedi. 

Balık Hali- Fethiye

Fethiye’ye ilk kez gittim ve çok sevimli buldum. Ölüdeniz ve çevredeki koylar çok güzeldi. Balık Hali’ne bayıldım, mutlaka bir akşam burada yemek yenmeli, hatta yılda bir kere arkadaşlarla orada buluşmak üzere sözleşmeli. İlçe hali Fethiye’de hissedilse de, tatil yapmak için güzel bir seçenek.

Mavi Mağara- Ölüdeniz
Sabit biri olduğumdan mı, çok güzel bir şeyle karşılaşınca, sürekli onla kıyaslamamdan mı bilinmez, benim için Datça bambaşka. Sessizliği, sakinliği, tatlılığı, virajları, denizi, toprağı ilaç gibi geliyor ruhuma. Mayıs’ta Ovabükü’nde kaldım, dünya tatlısı bir pansiyonda. Kendimi evimde gibi hissettiğim nadir yerlerden biri Datça. Eylül’de gidince en yakın arkadaşlarımdan birinde kaldım ve onunla yaptığımız bir iki günlük Datça turlarında beni harika yerlere götürdü. Her bük çok güzel ama özellikle aralarda saklı cevherler var ki, sadece görünce bile insanın kalbinde bir ferahlık açılıyor, içine dalınca ise tarifsiz… Binlerce kez daha yolumun Datça’ya düşmesi dileğimdir.
Datça aşkı... Kargı koyu. 


Dilerim güzel topraklar bozulmaz, kirletilmez, kıymetleri bilinir. Doğa, tek başına öylesine güzel ki… İnsan eli nedense bunu bozmakta hiç zorlanmıyor. Elimize sahip çıkalım.



3 Temmuz 2014 Perşembe

Komşuluk ölmemiş…

Yaş ilerlediğinden midir, bugüne kadar oturduğum her iki apartmanda pek sıcak ve sevimli sıfatlarla aynı cümlede kullanamayacağım sakinlerden midir bilinmez, “komşu” kavramını ballandırarak anlatanlara, “komşumla şunları yaptık, şuralara gittik” diyenlere hep inanmayan gözlerle bakmışımdır. Kulaklarım bir türlü komşu kavramı ile güzel şeyler olunacağını kabul etmiyordu içeri. Anlatılanlara ancak masalda inanabilirdim.



Yüksek iç ses sebebiyle, kalbi dinleyerek, hiçbir işe yaradığını göremediğim, bir türlü barışamadığım mantığımı buzluğa tıkarak, taşındım. İstanbul 14 yıldır hayatıma renk ve hatıra kattı, zaten karışık olan hallere dokundu, büyüttü beni. Ve aslında buradan giderken İstanbul’a çok aşkla hareket etmiştim, İzmir’e küsmüştüm. En başa geri döndüm, barıştık burayla son yıllarda. İyi hislerle, umutla, masmavi bir gökyüzü hayal ederek ve doğduğum yerdeyim tekrar. Ama sanki buralar çok yabancı bana. Arka planını, toprağını, havasını hatırlıyorum bir yerlerden, ama geçen süre benim gözlerimde değişikliklere uğradı. İnsan aynı noktaya bir yıl sonra bile aynı bakmıyor, çok şey değişiyor. İyi ki. 


Dün ilk kez komşumdan bir tabak müthiş bir börek aldım. Şanslı hissettim kendimi, şaşırdım, hatta duygulandım. Ardından hiç düşünmediğim bir soru oluştu aklımda, “Tabağı geri verirken, ne koyacağım?” 

Ne güzel soruymuş, hiç hayatımda böyle bir durum yaşamamıştım ve az önce kendi çapımda ilk defa komşum için bir şeyler hazırladım. Şükrettim, sevgimi koymaya niyet ettim tencereye ve sonuç tatlı olur dilerim tadanlar için de.

Yeniden bir şeylere başlamak, sanırım sanıldığı kadar kolay değil.
Şu aralar biraz yeşilin, mavinin, kendi toprağımın üzerinde güç topluyorum.
Tebdil-i mekanda ferahlık ilk anlarda var, şüphesiz. Her zaman dileğim, ferahlığın içimizde olması… Güneş, içimize, tüm karanlık, soğuk noktalarımıza kadar ulaşsın. Bol kahkahalı, sevgi dolu bir yaz olsun… Öyle olsun.


3 Mart 2014 Pazartesi

Ihlamur eşliğinde ruha takılanlar...

Hayatımızdaki insanlar. Dostlar, akrabalar, arkadaşlar, zoraki ilişkiler, aşklar, eşler, çocuklar... 

Yalnız olmak asla istemiyoruz, bazen yalnız kalmak istesek de, sonsuza kadar bu istediğimiz bir şey değil. 

Hani iyi gün dostları vardır, sadece iyi gün dostları. Benim hayatımda “hiç” ihtiyaç duymadığım, bu aralar sıkça fark ettiğim, hafif midemi bulandıran, yakaladıkça da hemen yolundan çekildiğim, bir türlü anlam veremediğim ilişkiler.


Ya da sadece kötü gününde arayan soran akrabalar vardır. Hani sadece kendi canı sıkılınca, dara girince, aynısı her tür ilişki için geçerli olabilir. Destan yazılabilir bu iyi ve kötü gün tipleri hakkında.

Herkes yorgun, herkes bitkin, herkes sıkılmış, kopmuşluk, kaybolmuşluk bahaneleri içinde. Kabul, bir karmaşa, bir bulanıklık devam ediyor, ama sonrası gelecek.

Eskisi gibi değil her şey deniyor, bence neyin “değerli” olduğunu şaşırmış hallerdeyiz. "Sadece işime gelirse değerlisin benim için", diye buram buram kokan ilişkiler eksik olsun. Her şey mi hesaplı kitaplı ve bencillik çerçevesinde olur. Eksik olsunlar... 

Ben, sevgiden yanayım, dürüstlükten, sevgi dolu bir aile ve gerçek dostlardan. İki parmağımızı geçmese de, hepsi çok kıymetli bu insanların. Çok insan olamaz, ama az olan da öyle kıymetli ki... Nicelik değil, nitelik her zaman önemli olan. 

Ve varsa hayatınızda bir iki kişi böyle, el üstünde tutmak, ihtiyaçları varsa pamuklara sarmak, sarılmak en güzeli. Güç vermek, yeniden güç bulmak adına. Mesafeler de fark etmiyor, örneğin candostum denizler ötesinde, bir mesaj, bir konuşma derken kaç yıllık ilişkimiz halen sıcacık devam ediyor. Saat farklarına rağmen... Bu his, tarifsiz.  

Değersizse hayatımızdaki ilişkiler, kanımca gitsinler ve yenilerine yer açılsın. Değer sanırım belli bir yaştan sonra öğretilen bir şey değil. Zorla, dayakla olmuyor yani. 

Havalandırmak, temizlik yapmak iyidir. Hele hele bahar yaklaşırken.

Bir bardak ıhlamur eşliğinde, ruhuma takılan, kelime olarak dökülen hisler bu gece bunlar…  

3 Şubat 2014 Pazartesi

Soul baby!



Bazılarının ağzı varmaz "iyi", "saf", "temiz" niyetli bir cümle kurmaya. İçinden gelmiyorsa sorun yok, ama bir de tersi var.

Samimiyetsizce sorulan "nasılsın" sorusuna alacağı cevabı titrek gözler, büzülmeye yol alan dudaklarla dinler. Çok seviyorum bu insanları.


Almanca'da muhteşem bir kelime vardır: Schadenfreude.  Bir başkasının zararına sevinme. Başkasının başına gelen zarardan, hasardan, mutsuzluktan, başarısızlıktan duyulan mutluluk. 


İnsanlık hali, hissedilebilir böyle. Zaman zaman. Ama her zaman mı? Böyle hayat stili olur mu... 


Çoğu zaman ne kadar dışarıyla uğraşıyoruz, başkasının başarısına, parasına, ailesine, mutluluğuna, dört gözle bakıyoruz. Deli gibi vakit harcıyoruz, internetin sosyal medya ortamları buna büyük destek. Dışarıya bakmak, kendine bakmaktan daha kolay, daha rahatlatıcı, daha uyuşturucu, zaman geçsin maksat. Hayatın geçsin, bitsin, öyle gel ve geldiğin gibi git. 


Yoga eğitmenliği yapıyorum ve her zaman, beğendiğim, takdir ettiğim stüdyoları, eğitmenleri tavsiye etmekten çekinmedim, çekinmem de. Herkesin kendi öğrencisi vardır. Kimseyi ne zorla çekebilirsin, ne de tutabilirsin. Hayat yani, ister iş yaşamın olsun, ister özel, hep aynı kurallar geçerli. 


Neyin yarışı, neyin hırsı, anlamam. Hele bir de uğraştığımız konu gereği, kalbin açıklığı, niyetin temizliği, başkasına zarar vermemek falan filan gibi konuları savunurken. Savunmak, anlatmak farklı, yaşamak farklı elbette. Dünya tatlısı insanlar da var, ama bir o kadar uzak kişiler de ve elbette bunlar benim hislerim. Herkes herkesi övsün, herkesi tavsiye etsin derdinde değilim, zaten dertten değil, içimi dökmek adına yazıyorum, benim dikkatimi tavır çekiyor. Yaklaşım. Elinin, gözünün, dudaklarının garip bir enerjiyle titremesi, büzülmesi, kapanması. 

Ruh, temiz olmalı. Ruh, çok önemli. 


Yine geçenlerde bir sohbet esnasında konuşurken sevgilimle, başka bir iş arkadaşının iş başarısına takılmıştı. "Nasıl oldu da yükseldi" falan gibisinden konuşmaya daldık. Ben kurumsal bir işte çalışmadığım, 5 yıldır bu tarz sektörlerden uzak olduğum için, zaten uzaylı gibi dinliyorum onu. Ama hep insanız, hep insanlarlayız. 


Sohbeti şöyle kapadık: "Ne fark eder, belki hak etti geldi, belki hak yedi geldi, belki çok şanslı, belki de değildir. Eninde sonunda o da emekli olacak, boşver... "dedim. Gel, kendi ruhumuza bakalım sevgilim! 


Her neyse kafamıza takılan, ulaşmak istediğimiz, elde etmek istediğimiz, eninde sonunda hepsi geçecek. Bu bir olumsuzluk, depresif bir hal değil, hafifletici, rahatlatıcı bir hal. Eninde sonunda, yaşama şansımız olursa, elimizde ne rütbelerimizi, ne bedenimizi, ne başarılarımızı daimi kılamayacağız. Gelecek ve geçecek. Herkes emekli olacak.


Bayıldığım bir söz var Deepak Chopra imzalı: "Kişisel gücünüzü keşfettiğinizde, kendinizi kimseden üstün ya da aşağı hissetmek zorunda kalmayacaksınız." Belki en çok ihtiyaç duyulan bu. Kendi kişisel gücümüzü keşfetmek, mutlaka herkes de bir şey var. Vardır, aramalı.


En son okuduğum sarsıcı bir kitap vardı, aslında bir gençlik kitabı. Danimarkalı yazar Janne Teller kaleminden, ilaç gibi gelen bir kitaptı "Nothing". Aldığım kitapçı, kitabın Danimarka'da okul müfredatında da okutulduğunu belirtmişti. 


Hayatın anlamı üzerine, yeniden düşünmek, neyin kıymetli olduğuna dair bir kez daha düşünmek isteyenler için harika bir seçim olacaktır. Yedinci sınıfa giden Pierre- Anthon, okula gitmekten vazgeçer, çünkü hayatın hiçbir anlamı olmadığı kararına varmıştır.  Burada suya atılan taş, tüm çevresini birkez daha düşünmeye iter. Türkçe çevirisi yok sanırım, dilerim tez vakit kazandırılır dilimize. 

Ben de okurken tekrar düşündüm, ne önemli diye? Ne kıymetli? Ruh, çok önemli... diye karar verdim. Neyse ruhun, yarının da onun ışığında olacaktır. Karanlıksa karanlık.


Karışık bir yazı oldu sanki, nedense kalbimde hepsi aynı konuya bağlanıyor. Keyifli bir pazartesi dilerim :)  

 

22 Aralık 2013 Pazar

Bridget'le Kereviz

Kışı ne kadar sevmediğimi, sanırım bu blogta birçok kere yazmışımdır. Ve mevsimlerden kış... Haller değişiyor, aşk olmasa da fena değiliz. 

Ellerim kuruyor, yüzümün rengi değişiyor, duygularım, enerjim bulutlu bir hal alıyor. Bu her kış oluyor, kendimi bildim bileli. 


İnsan ne zaman kendini bilir? Beş yaşında mı, ilk kez ne zaman fark ettim kışları sevmediğimi... Sanırım yedi yaşındayken. Neyse... 


Bugün her şeyin aksine, yani tüm kışa dair sevimsiz yaklaşımlarıma rağmen, bana hayat veren güneş gökyüzünde. Pırıl pırıl bir gün, ama geçtiğimiz günlerde sürekli dışarlarda olduğum için, bugünü evde, hatta mutfakta kendimi içten en sağlıklı şekilde beslemek için vakit ayırmaya, güneşi perdeyi sonuna kadar çekerek, evin salonunun penceresinden kedimle beraber izlemeye karar verdim. Mutfak menüsünde bugün: Kış sebzeleri var. Ben kışı sevmediğim gibi, kışla ilgili sebzeleri de sevmem. Kereviz, pırasa...  


Ama nedendir bilinmez, yaş ilerledikçe mi, sadece vitamin haplarınla kendimi kışın koruyamadığımı fark ettiğimden midir, artık baya baya pırasa pişirir oldum. Ve yetmedi, bugün sadece çorbalara katıp haşlayarak ve üzerine binlerce baharat ekleyerek tadını yok etmeye çalıştığım kerevizi bile pişirdim.





Değişiyorum... Değişimden kastım, artık hep kafamda olmam gereken biri gibi olma çabasından vazgeçme, ve olabildiğince kendimle barışmak oldu. Kış ile aramın iyi olmadığını kabul etmek örneğin. Kışın ona göre kendime davranmak. Bir işkenceye dönüştürmeden, pırasa ve kereviz yemenin, ki en sağlıklısı evde pişirme hali, buna ufak ufak alışarak.


Yemek pişirirken kendimi motive etmek için en sevdiğim filmlerden birini izlemeye karar verdim. En sevdiğim filmlerden biri: Bridget Jones. Kaç kez izledim bilmem, çok iyi geliyor kış günlerinde. Bu akşam uykuya dalmadan mutlaka Amelie'yi de izleyeceğim. İkisi de 2001 yılının filmleri, yani 13 yıl geçmiş üzerinden, şaka gibi. Yorucu ve gergin bir haftanın ardından kocaman birer hediye bu tarz filmler ruhuma. İyi ki var böyle yöntemler, filmler, müzikler, kitaplar, insana özlediği neşeyi yeniden veriyor.  


Bir yandan portakalları sıktım, bir yandan patates ve kerevizleri kestim. Önce soğanla kavurdum, sonra biraz şeker ve tuz ve patatesleri, kerevizleri pişirdim. Ve sonuç inanılmaz! Portakalın ve patatesin güzel tadı, kerevizin baskın tadını hafifletmiş. Acayip lezzetli olmuş, herkese tavsiye ederim. 




Büyük adımlar, büyük değişimler, aşırı spontane hallerin adamı, ben değilim. Yavaş yavaş, zaman tanıyarak anca sabitliğimi yumuşatabiliyorum. Hep düşündüğüm "itici sabitlik", aslında abartıya kaçmazsam benim güçlü alanımmış meğersem. Yaşamak, tecrübe kazanmak bu olsa gerek. Değişiyorum, kerevizle, sabitliğimle, kendime olan ilgimle, alakamla, ben yapmazsam, kim yapacak. Her şey "bende" başlıyor. Bu hem ağır bir sorumluluk, hem de harika bir "çözüm". Her şeyin çözümü, bende başlıyor. Hayat ağır faturaları gökyüzünden ekstra yollamadıkça elbette... Ve her şeyin bir zamanı var, kereviz pişirmenin ve kereviz yemeğini sevmenin de. Gün bugündür. 


Geçen gün çok sevdiğim bir arkadaşım paylaşmış Peyami Safa'nın bir sözünü: "Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır."


Bu sözle bitsin bu güzel Pazar günü öğleni. 2013 yılını bitirirken çok sevdiğim bir şehirde olacağım. Ve döndüğümde, uzun uzun yazacağım kısmetse. Bu sene daha çok blogumla ve diğer dost bloglarla ilgilenmeyi diliyorum.


Şimdiden herkese mutlu, huzurlu, neşeli, sağlıklı bir yıl diliyorum. 2014 güzel geçsin...

Sevgiler.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Yağmurun sesi

Tamamen sessiz bir oda. Dışarıda dama vuran yağmur damlalarının sesi. Öyle güzel, sakin yağmur...

Tüm kiri temizliyor, rahatlatıyor, kucaklıyor. Ne olursa, hem içeride hem de dışarıda oluyor.

Kelimeleri düşünmeden yazmak, ne büyük özgürlük. Kimseye anlatacak derdinin olmaması, kimseye ve en çok "kendine" kendini kanıtlamaya ihtiyacın olmaması, ne büyük hafiflik. 


Hayatın inişleri çıkışları arasındaki şaşkınlık geçince, belki büyümek, belki olgunlaşmak, belki de yaşamayı öğrenmek ve yaşamı kabul etmek sayesinde, her şey daha kendi gibi oluyor. İçeride, dışarıda... 


Söyleyecek sözüm yok, umrumda değil. Ünlem yok, çünkü umrumda olmaması kayıtsızlıktan, sevgisizlikten, kızgınlıktan gibi anlaşılmasın. Öylesine her şey, herkes olması gerektiği gibi, ağzımdan çıkacak herhangi bir ses, büyüyü bozabilir gibi geliyor. 

Yorum yok, ses yok, bu gece sadece yağmur var. O da bana; dünüme, bugünüme ve yarınıma... Ve kimin ihtiyacı varsa, ona doğru ulaşsın. 

Hoşgeldin Aralık, beklemiyordum seni. 

Yağ yağmur, hep güzelsin. 

22 Eylül 2013 Pazar

Huzuru koklamak Ege'de

Siyah ve beyazları olan biriyim. Üzerime bir tişört ya da benzeri bir şey alacakken griyi tercih ederim, onun dışında ise iki uç var ruhumda. Çocuksu bir hal, fena mı?

Üç günlüğüne kendimce büyük bir kaçamak yaptık. Eylül sonlanırken rüzgara aldırmadan kendimi en sevdiğim yere bıraktım: Suya...

Altınkum. Mis. 
Herkesten ve her şeyden bağımsız bir şekilde, doğduğum, büyüdüğüm topraklarda uyumak iyi geldi. Bir yanım şiddetle red ediyor kışın gelişini.

Ben ne Eylül'e, ne sonbahara, ne kara, ne atkılara, berelere hayranım. Hayır! Hiç ihtiyacım yok. Beni beslemiyor kış, beni yoruyor, zorluyor, üşütüyor, karalara yaklaştırıyor.

Evime, köklerime ne kadar bağlı olduğumu bir kez daha hissettim. Eşim de, ben de Ege çocuğuyuz. Ruhumuzda minik efeler var bizim. Başka yerlere gitsek bile, Çeşme'nin denizi diyoruz, başka bir şey demiyoruz. Yanıltmadı bizi, kucakladı Eylül'ün sonunda da, yazdan kalma üç gün ile.

Puding'in akrabası ile güneşi birlikte batırdık.

Hep gittiğim, hep de aynı noktalardan yaklaştığım bir yer olmuş Çeşme. Şimdiki gidişimde tüm bakışım değişti. Yeniden keşfettim!

Alaçatı'nın burnu büyük, kazık ve görgüsüz halleriyle karşılaştık kısa bir aradan sonra. Benim aradığım şey kesinlikle öyle bir atmosfer değil. Bir çay içip, dünyanın parasını ödeyip koşar adım uzaklaştık. Orası Çeşme değil, İzmir değil, Avrupa değil, garip bir yer olmuş. Spor için gelenlere saygım sonsuz ama pek sevimsiz buldum orayı.

Deniz için birçok seçenek var, 3 günü de adına yakışan Altınkum'a ayırdık. Cennet orada. Cennetten bir parça orada. Su, sıcacıktı, tertemizdi, pırıl pırıldı. Sonsuzluk, huzur, kutsal bir his hepsi o denizin üzerinde toplanmıştı sanki.

Çiftlikköy'ü de hep sevmişimdir. Minik balıkçıları, insanların, köpeklerin, kedilerin huzurlu tavrı ile güzel bir köy. Kazıklanmadan, deniz kenarında mis gibi Ege lezzetleri yemek için, ayağını suya sokarak kedilere sarılarak güneşin batışını izlemek için şirin ve minik bir yer burası. Bana böyle yerler lazım.

Kalmak için merkezi tercih ettik. Tam kalenin arkasında, aile sıcaklığında olan Yalçın Hotel'de kaldık. Manzarası ayrıca bizi kendine hayran bıraktı.

Tüm gündelik zihin cızırtılarını susturmak, doğanın göbeğinde olunca nasıl da kendiliğinde oluyor. Sırtım sıcacık kumların üzerinde ısındı. Ve evet, gelebilirsin sonbahar! Ben bu ekinoks gününde dengemi yakaldım ve hazırım. Buyur...