Önüme çıkan pencereden bakıyorum. Tanımadığım bir
kadının atölyesi. Belli ki ünlü biri. Başarılı. Güzel bir kadın. Yaratıcı.
Dişi. Kendine ait bir odası, hatta bir adım ötesi… atölyesi var. Yarısında
kendi yaratıyor, diğer yarısında yarattıklarını paylaşıyor. Büyük gözler, sanki
benimkisi…
Adımlarımı atıyorum bilmediğim bir odada. Bir yanım,
ayaklarım hep adımlarını atmış o topraklarda. Öyle değil veya unutmuşum, öyle
geliyor yürürken odanın bilmediğim köşelerine doğru. Bir pencere çıkıyor
karşıma. Pencere… Sen nasıl bir şeysin ki?
Kapılar büyük önemler, anlamlar taşır. Pencere de öyle, belki kapı kadar büyük değil içerdikleri, bazılarına büyük değişimler gerekir, bazıları küçükleriyle yetinir. Az çokturu savunanlar vardır, ben de yürüdüm pencerenin önüne. Daha önce de gelmiş miydim bu pencerenin önüne?
Kapılar büyük önemler, anlamlar taşır. Pencere de öyle, belki kapı kadar büyük değil içerdikleri, bazılarına büyük değişimler gerekir, bazıları küçükleriyle yetinir. Az çokturu savunanlar vardır, ben de yürüdüm pencerenin önüne. Daha önce de gelmiş miydim bu pencerenin önüne?
Gözlerim bir rüyanın içerisinde, ruhum hafif bir
turuncuya bürünmüş, içses derin ve yumuşak bir sessizlikte, sadece kalp
atışlarımı dinliyorum, duyuyorum turuncuyu; kayısının, portakalın, mandalinanın
tatlı kokusunu ve duruyorum.
Gözlerim gözlemliyor, seyirci kalıyorum bir süre. Bir
an, yakalanmış bir an. Cebe atılmış, hafızaya kazınmış, kadri kıymeti bilinmiş
bir an. Uzun uzun etki eden bana, benden hayata. Hayattan bulutlara.
Mavi gökyüzü, aşağıdaki sokak, günlerden ne? Ne önemi
var, insanlara bakıyorum. Biliyorum, insan her yerde insan. Aşk arıyor, sevgi
arıyor, arkadaş arıyor, karnı acıkıyor, işe gidiyor, susuyor, nefes alıyor.
Görüyorum, gözlemliyorum. Sadece bir şahidim, binanın dördüncü katı olmalı
burası. Pencerenin arkasında beni gören var mı?
Umursamıyorum, kendime karşı apartmandan bir daire
beğeniyorum. Burası olabilir diye geçiyor kalbimden, güneş gözlerimi
kamaştırıyor, gökyüzü parlıyor, herkes şu an huzurlu gibi geliyor. Öyle geliyor.
Gelen biraz kalıyor. Elbette, sonsuza kadar değil.
Arkamı dönmek, bu odadan ayrılmak istemiyorum. Ayrılığın hangi hali tercih edilebilir ki? Düşünüyorum, "vardır elbet" diyorum. Tercih edilebilenler vardır çoğu zaman. "Galeri
mi demeliyim, sergi mi buraya, böylesine güzel pencereli bir yerin ismini koymamın ne anlamı" var diyorum. Biraz daha
bakıyorum pencereden. Ve farkediyorum, ne kadar çok seviyorum pencereleri.
Pencerenin önünde durmayı, sessiz kalıp etrafıma bakınmayı. Dahil olmadan,
tutmadan, dokunmadan, görmeyi ne kadar da seviyorum.
Pencereden ayrılmam gerekiyor, çıkarken mekan
sahibinin büyük yeşil gözleriyle karşılaşıyorum. Gülümsüyor, içimden “ne şanslı
kadın” diyorum. Sanatından ötürü değil, oradaki pencereye övgümü yağdırıyorum.
Sonra defterim yapışıyor elime çantamı karıştırırken:
“Önüme çıkan pencereden bakıyorum
Aradığını bulmuş gibi
Özlediğine kavuşmuş gibi
İçim, rahatlarcasına garip
Hiç bu kadar rahat ve mutlu olmamıştı
Teşekkürler hayat.”
“Önüme çıkan pencereden bakıyorum
Aradığını bulmuş gibi
Özlediğine kavuşmuş gibi
İçim, rahatlarcasına garip
Hiç bu kadar rahat ve mutlu olmamıştı
Teşekkürler hayat.”
17.05.2012 Berlin.
Senin o çok sevdiğim evinin pencerelerini de çok severim ben. Hatırlar mısın sen ben suchim bir kış günü senin pencere önünde harika bir çay keyfi yapmıştık. O geldi aklıma bu yazıyı okuyunca:)
YanıtlaSilhatırlamaz mıyım! bu evin pencerelerinde de gerçekten bir ışık var:) en kısa zamanda senin yeni evinin pencerelerinde çay kahve keyfi yapmak dileğiyle...
YanıtlaSil