4 Haziran 2012 Pazartesi

Şehir üçlemesi- I


Bazı yerler vardır, seni durmadan kendine çağırır. Öyle her kafana estiğinde ayakkabılarını ayağına geçirip yola çıkamazsın. Her yolun olduğu gibi, onun da bir zamanı vardır.

İlk Berlin’e gittiğimde yıl 1994’tü. Kendi çapımda değerlendirmeler yapıyordum küçük Ece olarak. Berlin’i çok sevmiştim mesela. Neden diye düşünüyorum? Neden 10 yaşındayken bir şehri seversin ki? Hareketli gelmişti, renkli, bir yanı da garip, sanki hiç görmediğim yerler gibi. Özellikle duvarın yıkılmış olma etkisi kendini şehrin doğu tarafında daha yoğun gösteriyordu, beş yıl hiç de uzun bir zaman değil ki…

Brandenburger Tor/ Kapısı

Anne babayla gezilen ilk Berlin, kalbime kazınmıştı bir kere. Ne zaman nereyi özledin deseler, Berlin’i derim. Bu cümlem yıllar geçse de değişmedi. Benim için Almanya ayrı sanki, Berlin ayrı. Türkiye için İstanbul neyse, Almanya için de Berlin o. Belki daha da fazlası. Kimin kalbinden konuştuğumuza bağlı.

Tekrar gittiğimde yıl 2004’tü. Bir on yıl geçmişti üzerinden ve ben öğrenciydim bu sefer. Tam da doğum günümü, 20. Yaşıma Berlin’de basmıştım o yaz. Ne oldu, Berlin ayrıca bir tatlandı, ballandı hafızamda. Ve araya bir özlem girdi, sekiz yıl geçti. O sürede Berlin’e giden arkadaşlarım beni de her gittiklerinde andılar. “Keşke beraber Brandenburger Kapısı’nın önünden olsak” dediler… Halbuki kendileri bile artık Kore’deler. Ve sıra yine bana geldi. Bu sene üçledim Berlin’i.

Alexanderplatz'taki dünya saati. 

Daha kaç kez gitmen lazım derseniz, otuzlamak isterim. Yakışır Berlin’e. Ne de olsa bilemiyorum, bir bağım var benim o şehirde. Kendimi daha bir kendim hissediyorum orada. Avcumun içi gibi biliyorum sokakları ya da bana öyle geliyor, öyle hareket ediyorum, rahatça, kanatlarımla. Vakti zamanında büyükbabam Berlin’de yaşamış bir süre. Burada çalışmış. Meşhur Televizyon Kulesi’nin bir fotoğrafı evin salonunda asılıydı mesela. Birkaç tane de kitabını, Almanca- Türkçe sözlüğünü bulmuştum buradan alınmış. 'Berlin' diye tarih atmış üzerine güzel el yazısıyla. Var mı bir etkisi, kim bilir…  

Televizyon Kulesi ve solunda büyükbabam. Gökyüzünde ışık süzmesi olarak. 
Gezilecek görülecek çok yer var elbette, bu bir gezi blogu değil, o yüzden öneriler vermek gelmiyor içimden. Yine de: Brandenburger Kapısı’nın oradan başlayın gezmeye, sonra gidin Potsdamer Platz’a, duvarın izini sürün, birkaç kalıntısına dokunun, oradan geçin bir adımda Checkpoint Charlie’ye ve görün zamanında nasıl parçalamışlar Berlin’i dörde. Hitler dönemini birkez daha yakından tanırken Terör’ün Topografisi’nde, yaşadığımız dönemler, geçen zaman insanların asla savaşlardan, zulümlerden ders almadığını hatırlattı bana. Bana öyle geliyor. İnsan, her yerde insan. İnsan, her zaman insan. Bugün bir duvar parçası, turistik bir obje gibi dururken, önüne geçip sırıta sırıta fotoğraf çektirirken, kaç kişi can vermiş kaçabilmek için Doğu’dan Batı’ya. Ne acıdır bir şehrin ikiye bölünmesi. Tarih deyip geçtiğin şey, masal değil ki.

Charlottenburg. Zarif ve hep huzurlu.

Hüznü var şehrin, acısı var, bu yanı beni çekiyor galiba. Atlatmış, canlanmış, direniyor hayata. Ama unutmuyor. Helal olsun sana!



1 yorum:

  1. Ben de bu şehirde bir gün seninle olmak isteyenlerdenim. Belki sen otuzlarken arada birinde/birkacinda bu firsati buluruz. Cunku benim hic gitmedigim Berlin algim da kesinlikle seninle butunlesti:)

    YanıtlaSil